Son yıllarda en çok duyulan ve kullanılan kavramların başında “değişme” kavramı geliyor. Değişme, genellikle kaçınılmazlık ya da zorunluluk olarak kullanılırken, ilginçtir pek çok insanın zihninde başlı başına ‘olumluluk’ içeren bir izlenim bırakıyor. Oysa herhangi bir alandaki değişme ‘olumlu’ olabileceği gibi ‘olumsuz’ da olabiliyor. Bu tamamen söz konusu değişme sürecine nereden baktığınıza ve neresinde durduğunuza bağlı bir şey.
19. yüzyıldan bu yana ‘reform’, ‘devrim’ gibi kavramlar, işçi sınıfının sermayeye karşı bedeller ödeyerek yürüttüğü mücadelelerin en dikkat çeken kavramları oldu. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da ‘Katı olan her şey buharlaşmakta’ derken kuşkusuz doğada ve toplumda hiçbir şeyin değişmeden kalamayacağını ifade ettiler. Ama bu ifadeyi kullanırken kendiliğinden bir değişimi değil, sınıf mücadelesi tarafından belirlenen ve aynı zamanda bu mücadeleyi belirleyen değişimi vurgulamak istediler.
Değişme, planlı veya plansız herhangi bir sistemin, süreç içinde belli bir durumdan başka bir duruma dönüşmesini de içeren bir kavram. Söz konusu değişme durumu iki yönlü etki yapıyor ve bu etki, toplumdaki sınıf ilişkilerinden, karşıt çıkarlar üzerinden yürütülen sınıf mücadelesinden asla bağımsız değil. Yaşanan her değişme, karşıt çıkarlara sahip sınıflar açısından farklı ve birbirine zıt sonuçlar doğuruyor. Örneğin sermaye açısından sömürünün yoğunlaştırılması, ücretlerin düşürülmesi, esnek çalışmanın yaygınlaşması ve bunun gibi gelişmeler olumlu bir ‘değişme’ olarak algılanırken, aynı durum işçi sınıfı açısından mevcut durumu bile geriye götüren, kazanılmış haklarını elinden alan ya da tehdit eden ‘yıkıcı’ bir anlam taşıyor.
“Değişme” bir yanıyla da, bir bütünün öğelerinde, öğelerin birbirleriyle ilişkilerinde öncekine göre nicelik ve nitelikçe gözlenebilir bir farklılığın oluşmasını sağlıyor. Örneğin sadece son on yıl içinde, emek alanında çalışma koşullarından istihdam yapılarına, ücretlerin gelişim seyrinden en temel sosyal haklara kadar oldukça geniş bir alanda ortaya çıkan değişikliklere baksak bile, kavramın içerdiği niceliksel ve niteliksel farklılıkların ne yönde gelişim gösterdiğini rahatlıkla gözlemleyebiliriz.
Bugüne kadar sadece çalışma yaşamında değil, günlük hayatın hemen her alanında yaşanan değişimlere yön veren şey, toplumun, emekçilerin ihtiyaçlarından çok sermayenin çıkarları, ihtiyaçları ve bu doğrultuda belirlediği politik tercihleri oldu. Bugüne kadar yaşananlar, aslında sermaye lehine ve emekçiler aleyhine gelişen köklü bir ‘yeniden yapılanma’ sürecinden başka bir şeyi ifade etmedi. Kimileri değişimi yeni oluşan koşullara ayak uydurmak için kaçırılmaması gereken bir ‘fırsat’ olarak görürken, kimileri için eskiye göre daha kötü ve zor koşullarla karşı karşıya kalmak anlamına geldi.
Uzunca bir süredir dünyada ve Türkiye’de yaşananlar, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal alanda yaşanan değişimlerin yönünün emekçi sınıflar açısından ileriye değil, geriye doğru işlemekte olduğunu açıkça gösteriyor. Bu gidişatı tersine çevirmek için gerekli müdahaleler zamanında yapılmadığında, söz konusu geriye gidişin önümüzdeki dönemde daha da hızlanması kaçınılmaz.
Değiştirme eylemini emekçiler açısından ve onların ortak sınıf çıkarları üzerinden gerçekleştirme iddiasında olanlar, önümüzdeki dönemde yine başından sonuna sermaye tarafından yönetilecek yeni bir ‘değişim dalgası’ ile karşı karşıya kalacaklar.
Emek örgütleri, bugüne kadar sermaye ve onun aktörleri tarafından yönetilen ‘değişim süreci’ni sadece izlemekten, eleştirmekten ya da protesto etmekten daha fazlasını yapıp somut hedefler belirleyip, belirlediği hedeflere uygun mücadele stratejisi ve taktikler üreterek harekete geçtiğinde, sermayenin saldırıları karşısında güçlü bir ‘dalgakıran’ rolü oynayabilir.